“Sahabeye
Yapılan İftiralara Cevaplar” Adlı Eserin İncelenmesi
Mehmet BAĞCI
Önsöz
Çalışmamızda Ebu Bekir İbn’ul-Arabî’nin
(ö.543 /1148) telif etmiş olduğu el-Avâsım min’el-Kavâsım isimli eserin
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Tahir
TURAL tarafından Sahâbeye
Yapılan İftirâlara Cevaplar adıyla yapılan tercümesini ele alacağız. Eser
orijinal isminin de ifâde ettiği gibi iddiâlar
ve o iddiâlara karşı yapılan
savunmalardan oluşmaktadır. Ele alınan iddiâ (âsıme) ve cevaplar (kâsıme) ana
hatlarıyla beş bölümdur. İncelememizde iddiâ ve cevaplara bu bölümlerin altında değinerek gerekli
değerlendirmeleri yapacağız. Kitabın giriş kısmındaki mütercimin sahâbe ile
ilgili genel değerlendirmesi de
çalışmamızın giriş kısmında ele alacağız.
Giriş
Müellif Ebu Bekir
İbn’ul-Arabî’nin (ö.543 /1148) eserinde
önce kâsıme yani Müslümanların belini kıran iftirâyı zikretmiş, hemen akabinde de âsımeyi yani o iftirâları
reddeden bilgileri zikretmiştir. Bu iddiâlar ve iddalara verilen cevaplar
bölümler halinde ele alınacaktır.
Mütercim Tahir TURAL ise esere ilâve
olarak yapmış olduğu sahâbiler hakkında genel bir değerlendirme bölümünde; sahabî kavramının “ Hz. Peygamber (s.a.v)’e imân ederek onunla
karşılaşan ve Müslüman olarak ölen kimsedir” şeklinde hadîsçilerin tarifine
benzer bir şekilde tarif etmektedir.
Sahabîlerin
Kur’an’ın nüzülüne şâhid oluşları ve Kur’an’ı ilk defa öğrenen insanlar olmakla
diğer insanlardan üstün bir makama eriştikleri ifâde edilmiş, Âli İmrân
Suresinin 110. Âyeti kerimesinde buyrulan “ Sizler, insanlar için çıkarılmış en
hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız…..” âyetindeki
“ Sizler” ifâdesi ile ümmetin tamamına
değil sadece sahâbeleri işâret edildiği vurgulanmıştır.
Yine mütercim sahâbenin
fazîleti ile ilgili âyet ve hadîsleri ele almış, ümmet içerisinde sahabîlerden
daha fazîletli hiç kimsenin olamayacağını
söylemiş ve bunun delili olarak “ Ümmetimin en hayırlısı benim dönemimde
yaşayanlardır. Sonra bunları takip eden kuşak, sonra da onları takip eden
kuşaktır” hadîsini göstermiştir. Mütercim sahâbenin fazîletine dair âyetleri ve Kütüb-i Sitte’deki Fezâil’üs-Sahâbe
ile ilgili hadîsleri ele almıştır.
Ashabın fazîletine
dair âyet ve hadîslerden sonra ashaba saygının
gerekli olduğunu ve sahâbilerin her bininin adı anıldığında hürmet ve
saygı ile anılmasının gerekliliği ile beraber (radiyallahü anh) ifâdesinin
kullanılmasının da gerekli olduğunu ifâde etmiştir. Rasulüllah’ın mucizevî
olarak ashaba dil uzatacak bazı kimselerin geleceğini bildirdiğini ve bu yanlışa karşı ümmetini
uyardığını naklen mütercim ashaba saygısızlık yapmanın haram olduğunu çeşitli hadîslere
atıf yaparak ifâde etmiş muhtelif alimlerin bu konudaki kendini destekleyen
sözlerine yer vermiş ve fazîletçe en düşük sahabinin derecesine bile en büyük
mertebede olan velinin yetişemeyeceğini, sahâbileri tenkit ederek onların
değerine gölge düşürmeye çalışanların
yaptıkları tenkitlerin işe yaramayacağı yani sahâbilerin şerefine gölge
düşürmeyeceğini bilakis sahâbiler
hakkında ileri geri konuşanların kendi felaketlerini hazırlayacağını ve Ebu
Zür’a’nın sözüne binâen ashabtan birisini ayıplayıp küçümseyenlerin zındık
olduğunu ve yetmiş iki fırka ile ilgili
bazı görüşlerini yazarak mütercim kendi değerlendirmesini bitirmiştir.
Eseri şekil olarak
birkaç cümle ile değerlendirdiğimizde eserde yazım yanlışları ile imlâ
tutarsızlıklarının bulunduğu göze çarpmaktadır. Mesela eserde “ashab” kelimesi
bazen ashab bazen de eshab şeklinde yazılmış, Sahâbe-i Kirâm tamlaması da bazen
iki kelimenin baş harfleri büyük olarak bazen de ikinci kelime küçük olarak
yazılmıştır. Yine aynı kelimelerde (^) işâretinin kullanımında da
tutarsızlıklar yapılmış Ashab kelimesinde inceltme bazen kullanılmış bazen
kullanılmamıştır.
I.
İLK ÜÇ HALİFENİN HİLAFETE GETİRİLİŞLERİ
A.
Kâsıme
Rasulüllah’ın (s.a.v) vefatı ile
Müslümanların şaşkınlık yaşadığı ve Hz. Ömer’in ne dediğini bilmez bir şekilde
bağırıp çağırdığı Hz. Ali ve Hz. Abbas’ın Rasulüllah (s.a.v) henüz hayatta iken
hilâfet meselesini ve Hayber, Benî Nâdir, Fedek arazilerinden paylarına
kalacaklarının peşinde oldukları, ensarın durumunun da karışık olduğu iddiâsı
B.
Âsıme
Müellif bu iddiâlara cevap olarak ehli
sünnetin kabul ettiği tarihi olayları
sırasıyla anlatarak iddiâya cevap vermiştir.
Kâsımedeki iddiâlara ilâve olarak Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın halife
seçilmeleri ve şehid edilmeleri ile ilgili tarihi olaylar bu bölümde
zikredilmiş, Hz. Osman’ın şehid edilme
olaylarında kendisinin mukavemet göstermek istemediğini oysa ki sahâbilerin onu
korumak için adeta ona yalvardıklarını belirtmiş son olarak Hz. Osman’ın hilâfetinin
ilk gününden son günlerine kadar hem Hz. Osman hem de sahâbiler dine aykırı
hiçbir davranışta bulunmadığı kanaatini belirtmiş ve “ o halde ne kadar batıl
ve asılsız haber işitmişsen bunların hiçbirine inanma ve bunlara asla iltifat
etme” diyerek asımeyi bitirmiştir.
Kâsımede iddiâ edilen Hz. Ömer’in ne
dediğini bilmeden bağırıp çağırdığı hususu âsımede de aynen tekrar edilmiş ve
Hz. Ömerin hangi gaye ile o şekilde davrandığı gözden kaçırılmıştır. Ayrıca
kâsımelerdeki iddaların genellikle ehli sünnet dışından geldiği göz önünde
bulundurularak âsımelerin buna göre olması beklenirken gelen âsımeler yine ehli
sünnetin kabul ettiği hadîs ve tarihi olaylardan oluşmuştur. Ayrıca son
cümledeki Hz. Osman’ın hilâfetinin ilk gününden son günlerine kadar hem Hz.
Osman hem de sahâbiler dine aykırı hiçbir davranışta bulunmadığı kanaati ve “ o
halde ne kadar batıl ve asılsız haber işitmişsen bunların hiçbirine inanma ve
bunlara asla iltifat etme” sözleri yapılan iddiâya karşı bir delil olmayıp
müellif kendi gibi düşünen insanlara bu hususta tavsiyelerde bulunmaktadadır.
II.
Hz. OSMAN’IN HİLÂFETİ ESNASINDA CEREYÂN EDEN HÂDİSELER
Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde yaptığı iddiâ
edilen on sekiz husus bulunmaktadır. Müellif bunları tek tek ele almış ve
yanlış olduğunu ispatlamaya çalışmıştır.
Hz. Osman’ın İbn Mesud’u dövdürmesi iddiâsına
mülellif doyurucu bir cevap vermemekte “ İbn Mesud’u dövdürmesi ve devlet
bütçesinden ödenen aylığını kestirmesi iftirâdır. Hz. Ammar’ı dövdürmesi olayı
da aynı şekilde iftirâdır ” diyerek doyurucu bir delil kullanmamış ve kendi
görüşünü bildirmiştir.
Ebu Zer’in (r.a) Rebeze’ye sürgün
meselesini ise Ebu Zer ‘in (r.a) insanlara tahammül edemeyecekleri zühd ve
takva hayatına zorladığını ancak züht ve takvanın herkesin tahammül edemeyeceği bir şey
olmasından dolayı insnlar arasında fitne çıkmasından dolayı Hz. Muâviye
tarafından Hz. Osman’a durum bildirilmiş Hz. Osman’da onu Medine’ye
çağırmış ve daha sonra Hz. Osman’dan
Rebeze’ye gitmek için izin istemiştir şeklinde cevap verilmiştir. Ancak bu
cevap iddiâya karşı tamamen zıd bir durum olmakla beraber olayın bu şekilde
cereyan ettiğine dair bir delil getirilmemiştir.
Ebu’d-Derdâ (r.a.) ile Hz. Muâviye
arasında geçen bir anlaşmazlık sonucunda Ebu’d-Derdâ’nın (r.a) Şam’dan
çıkarılması hususunda müellif Ebu’d-Derda’nın (r.a) Hz. Ömer zamanında davalara
bakan ve hak hususunda tavizsiz bir tutum sergileyen bu zatın tahammülsüz bir toplumda karşılık
göremeyeceği için azledildiği şeklinde görüş bildirmiştir. Ancak böyle bir
yaklaşım islamın hak ve adalet anlayışı ile bağdaşmamaktadır. Yani İslam’a göre
yönetim değil de yönetilenlerin istediğine göre yönetim müellif tarafından
meşruu görülmektedir.
Hz. Osman’ın seferde namazları
kısaltmayıp tam kılma iddiâsını müellif ictihadi bir mesele olarak görmüştür.
Hz. Osman’ın Huneyn günü hezimete uğraması, Uhud savaşında
firar etmesi, Bedir ve Biatu’r-Rıdvan’a katılmaması hususundaki iddiâlara
Abdullah b. Ömer r.a) tarafından yapılan
açıklamaları delil getirmiştir. Bu deliller nakli olmakla beraber akli deliller
olarak doyurucu delillerdir.
Hz. Osman’ın (r.a) hilâfetine dair
iddaların son bölümünde Hz. Osman’ın Mısır valisine gönderdiği iddiâ edilen ve
içeriğinde Medine’de karışıklık çıkararak Mısır’a sürülen isyancıların
öldürülmesi yazan mektup ile alakalı iddiâya cevap olarak müellif Hz. Osman’ın
şehadeti ile ilgili tarihi olayları anlatmış ve Hz. Osman’ı tüm sahâbilerin
korumak üzere seferber olduğunu ancak Hz. Osman’ın Müslüman kanı dökülmemesi
için kendini korumak isteyen sahabllere izin vermediğini, bu hareketin de islam
fıkhında tartışılan bir husus olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Hz. Osman’ın bu
hareketini Rasulüllah’ın (s.a.v) kendisi hakkında müjdelemiş olduğu şehadeti
ile iiişkilendirmiştir.
Hz. Osman’dan sonra Hz. Ali’nin halife seçilmesi ve Hz. Talha ve
Hz. Zübeyr’in Hz. Ali’nin hilâfetine
baskı ile biat ettikleri iddiâsına bir takım cevaplar vermiştir. Burada hz.
Talha’nın zorla biat ettiğine dair söylediği iddiâ edilen bir sözü dilbilimsel
olarak incelemiş ve cümle içerisinde geçen kelimelerin Hz. Talha’nın konuştuğu
Kureyş lehçesinde değil Huzeyl lehçesindeki bir kelime olduğunu belirtmiştir.
Her ne kadar bu delil iddiâyı çürütecek kesin bir delil olmasa da, müellifin
delillendirmede uyguladığı istisnai metodlardan olması hasebiyle önemlidir.
III.
HZ. ALİ’NİN HİLÂFETİ ESNASINDA CEREYÂN EDEN HÂDİSELER
A.
Kâsıme
Hz. Ali’ye biat işlemi tamamlandıktan
sonra Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in Hz. Ali’den Mekke’ye gitmek üzere izin
almaları ve Mekke’de Ümeyye oğulları ile toplanarak Hz. Osman’ın kanının
alınması için birbirlerini teşvik etmeleri sonucunda Hz. Aişe, Hz. Talha ve
Hz.Aişe Basra’ya gitmek üzere yolda seyir halindeyken Hav’eb suyuna
geldiklerinde köpeklerin havlaması ve Hz.Aişe’nin o esnada burası neresidir
diye sorarak Hav’eb suyu olduğunu öğrenince devesinin yönünü Mekke’ye
çevirmesi, buna sebep olarakta Rasulüllah’tan duyduğu hadîsi naklettiğinde Hz.
Talha ve Zübeyr’in burasının Hav’eb suyu olmadığını söylemesi ve yanlarındaki
elli kişinin de onlara şâhitlik etmesiyle islamda ilk yalancı şâhitliğin
meydana geldiği iddiâ edilmiştir.
B.
Âsıme
Müellif bu iddiâyı farklı yönleriyle ele
almış Hz. Talha ile Hz. Zübeyr’in Basra’ya gittikler konusunda ihtilafın
olmadığını ancak buraya hangi sebeple gittiklerine dair muhtelif sebeplerin
zikredildiğini beyan etmiş ve bunları sıralamıştır.
İlk olarak bu konuda hiçbir sahih nakil
bulunmadığını ve bu konuda hiç kimseye de güvenilemeyeceğini çünkü sika
râvilerin bu konuda nakillerde bulunmadıklarını söylemiş taassub sahibi
kimselerin ise sözlerinin bu konuda hiç dinlenilemeyeceğini ifâde etmiştir.
İkinci olarak kendilerince haklı
sayılabilecek bir sebepten dolayı Hz. Ali’yi hilâfetten uzaklaştırmak üzere
Basra’ya gitmiş olmalarını da ihtimal dahilinde görmüştür. Vaktiyle Hz. Ali’ye
biat etmiş olmalarını halkı yatıştırmak amaçlı olabileceğini daha sonra ise
hakkı aramak üzere harekete geçmiş olabilecekleri muhtemeldir demektedir.
Bir başka ihtimal olarak ise Hz.Osman’ın
katillerini yakalayıp kısas yapmak üzere Basra’ya gitmiş olabilirler
demektedir.
Netice olarak ise Müslüman grupları
birleştirmek, dağınıklıkları gidermek ve hepsini bir kanun etrafında toplamak
çıkması muhtemel kavgaları önlemek için Basra’ya gitmiş olmaları ihtimalini öne sürmüş ve akabinde
Hz. Talha ve Hz.Zübeyr’in Basra’ya gitme sebeplerinin bundan başkası
olamayacağını söylemiş önce verilen ihtimallerin tamamı zayıf ve asılsız
ihtimaller ve iddiâlardır demektedir. Ancak önce ele alınan sebepleri ihtimal
olarak vermek en son sebebi ise en kuvvetli ihtimal olarak verdikten sonra ilk
verilen sebepleri asılsız iddiâlar olarak değerlendirmekle müellif kendisiyle
çelişmiştr.
Hz. Aişe, Hz. Talha ve Zübeyr Basra’ya
vardıklarında oradaki halka ayrı ayrı hitap etmelerine rağmen birtakım
bozguncuların onları dinlememek için gürültü patırdı yaptıklarını ve karışıklık
çıkarmak istemişlerdir. Netice de
taraflar birbiri ile savaşmak zorunda kaldı. Olayların buraya gelmesinin yegane
sebebi Hz. Osman’ın katillerinin sağlam bir sulh zemininin oluşmaması için yaptıkları fitneler sebep gösterilmiştir.
C.
Kâsıme
Hz. Ali ve Hz. Muâviye taraftarları
arasında savaşlar devam ederken Hz. Ali
taraftarları insanları onun etrafında birleşmeye ve biat etmeye davet ediyorlar
Hz. Muâviye taraftarları ise Hz. Osman’ın kanını taleb ediyorlar ve katillerin
onlara teslim edilerek cezalandırılmasını istiyorlar hatta Hz. Ali’yi bile
zanlılar arasında görüyorlardı. Hz.Ali ise mahkeme kararı olmaksızın kimsenin
cezalandırılamayacağı kanaatindeydi.
Burada müellif kitabında
takip ettiği metodun dışına çıkarak âsımeye geçmeden iddiâyı kâsıme bölümünde
cevaplamaya gayret göstermiş, hulasa olarak bu iddiâ ve sözlerin düzmece
mektupların neticesi olduğunu ifâde etmiştir.
D.
Âsıme
Hz. Osman’ın şehid edilmesi sonucu
gelişen olaylarda Hz. Ali ve Hz. Muâviye’nin birbirleriyle savaştığı ancak bu
olaylarda haklı olan ve doğru bir çizgide hareket eden kişinin Hz. Ali olduğu
müellif tarafından zikredilmiş. Hz. Muâviye’nin Hz. Osman’ın kanının taleb etme
hakkı olduğunu ancak bunun meşru idâreye karşı baş kaldırmaya bir sebep
olamayacağını belirtmiştir.
Hz. Ali’nin Hz. Osman’ı korumamakla suçlanarak katillerden sayılması
hususunda ise; Hz. Osman’ın kendisini savunmak isteyenlere izin vermemesi ve
Hz. Peygamber’in müjdesini beklemesi sonucunda şehit olduğunu bunda Hz. Ali’nin
bir tesirinin olmadığını eğer Hz. Ali Hz.Osman’ı korumadı diye suçlanırsa bu
durumda sahâbilerin tamamının suçlu olması gerektiğini belirtmiştir.
Ayrıca Hz. Ali’nin Hz. Osman’ın
katillerini cezalandırmakta aciz kalması hususunda yine Hz. Ali’yi haklı görmüş
ve Hz. Muâviye’nin iktidar olup muktedir de olduğu halde birkaç gizli suikastın
dışında Hz. Osman’ın katillerini mahkeme ederek cezalandırmaya imkan
bulamadığını söylemiştir.
Müellifin bu bölümdeki iddiâları temelden
reddederek bunlar kesinlikle yanlıştır doğrusu şudur şeklinde değil akıl
yürütme yolu ile delillendirme yapmıştır. Buradaki uslûbu diğerlerine nazaran
çok daha kabul edilebilir tarzdadır.
E.
Kâsıme
Şîa ilk üç halifenin aslında Hz. Ali’nin hilâfet
hakkını gasbettiğini iddiâ etmiştir.
F.
Âsıme
Şîa ilk üç halifeyi ve onlara biat eden sahâbileri
küfür ve batıl üzerine birleşmekle itham etmiştir. Aslında bu hareketle
Hristiyanların ve Yahûdilerin Müslümanlar için iddiâ ettikleri şeyde onlarla
ittifak etmişlerdir. Çünkü Hristiyan ve Yahûdiler Müslümanların küfür ve batıl üzerine
olduklarını iddiâ etmişlerdir.
Bu iddiâya yönelik olarak müellif Rasulüllah’ın (s.a.v) kendisinden sonra hiç
kimseyi halife olarak bırakmadığını ifâde etmiş ve ilk üç halifenin halife oluş
şekillerini tarihsel bir şekilde anlatmıştır. Yine Rasulüllah’ın ilk üç halifenin fazîletlerine dair
Kütüb-i Sitte’deki rivâyetleri aktarmıştır.
Hicret esnasında Sevr mağarasında
yaşananlara dair Tevbe suresinin 40. Âyetinde Rasulullah’n (s.a.v) arkadaşından
yani Hz. Ebubekir’den bahseden âyetlerden netice olarak Allah’ın (c.c) Hz.Ebubekir’i bir kefeye diğer ashabı bir
kefeye koyduğu çıkarılmıştır.
Şîa’nın Hz. Mûsa’nın kardeşi Harun’u
örnek göstererek Hz.Ali’ni hilâfette hak sahibi olduğu iddiâsına karşılık ise
Hz.Mûsa’nın kardeşi Harun’un Hz. Mûsa’dan önce vefat ettiğini söyleyerek bunun hilâfete
bir delil olamayacağını ifâde etmektedir.
IV.
HZ. MUÂVİYE VE OĞLU YEZİD B. MUÂVİYE DÖNEMİNDE CEREYÂN EDEN
HÂDİSELER
A.
Kâsıme
Hz. Ali şehid ediltikten sonra Hz. Hasan’ın hilâfeti Hz. Muâviye’ye teslim
etmesinden dolayı bazı Râfızî gruplarca kendisine ” müminlerin yüzünü karartan
adam" denilmiş, Râfızîlerden bir
grup tarafından Hz. Hasan fâsık kabul edilmiş, bir grup tarafından ise
kâfirlikle itham edilmiştir.
B.
Âsıme
Hz. Ali’nin veliaht tayin etmesi iddiâsının
yanlış olduğu Hz. Ali’nin kimseyi veliaht tayin etmediği ifâde edilmiş, Hz.Hasan veliaht olmamasına rağmen
Müslümanlar tarafından kendisine biat edilmiş ve hilâfete Hz. Muâviye ve diğer
herkesten daha layık görülmüştür. Ancak
Hz. Hasan Hz. Muâviye ile sulh girişimlerinde bulunmuş ve Rasulullah’ın
kendisine müjdelemiş olduğu “ Umulur ki
Allah bununla muazzam iki islam ordusunu sulha kavuşturur” sözünü tahakkuk ettirmiştir. Şeklinde cevap
verilmiştir.
Müellif bu iddiâya kısaca cevap verdikten
sonra Hz. Muâviye zamanında meydana gelen birtakım hadîselerle ilgili
savunmalarını sıralamıştır. Onlardan önemli bulduklarımızı parağraflar halinde
ele alacağız.
Sefîne (r.a)’tan rivâyet edilen “ Hilâfet
otuz senedir. Sonra krallık olur “ hadîsi için müellif önce “ gördüğünü al
işittiğini bir kenara bırak. Bedrin dış görünüşünde, sana “Zuhal” yıldızını aratmayacak güzellikler
vardır.” Diyerek cevaplandırmış. Ancak bu cevaplandırma şekli bir iddiâya
cevaptan ziyade kendi fikrine karşı olan nakillere itibar edilmemesi hiç
incelemeye tâbi tutulmadan reddedilmesi gerektiğini çağrıştırmaktadır. Ancak
müellif eleştirdiğimiz bu metod ile yetinmeyerek söz konusu hadîsi Hz. Hasan’ın
iki orduyu sulh ettirme hadîsi ile karşılaştırmış ve Sefîne (r.a)’ın hadîsinin
zayıf olduğunu ifâde ederek Hz. Hasan’ın yaptığı sulh neticesinde idâreyi
teslim ettiği kişinin de o işe ehil olduğunu hadîsin işâretinden çıkarmıştır.
Yine sahih hadîslerde Hz. Muâviye’nin
fıkhına ve ilmine şâhitlik etmişlerdir, Ümmü Harem hadîsi Hz. Muâviye’nin
halife oluşuna şâhitlik ve delil olduğu iddia edilmiştir. Çünkü hadîste
bahsedilen olay onun hilâfetinde meydana gelmiştir denilmiştir.
Müellif Sefîne(r.a) hadîsini zayıf saydıktan
sonra sahih olma ihtimaline binâen olsa gerek, hilâfetten sonra krallık gibi
bazı mertebelerin olmasını da ihtimal dahilinde saymış, bu şekilde kabul
edildiği takdirde ilk dört sahabi halife Hz. Muâviye ise kral olarak
isimlendirilebilir zira Allah (c.c) Davud (a.s)’a hem peygamberlik hem de
krallık vermiştir, demektedir.
Hucr b. Adiyy’in öldürülmesi ile ilgili
olarak müellif kat’i bir kanaat bildirmemekte öldüğü kesin olmakla beraber
öldürüldüğü veya niçin öldürüldüğüne dair kesin bilgiler yoktur demektedir.
Eğer zulmen öldürülmüş olsaydı o dönemde Hz. Muâviye’ye buğz edilmeyen hiçbir
ev kalmazdı demekte ve Abbasilerin hilâfet merkezi olan Bağdat’ta mescidin
kapısında “ Rasulullah (s.a.v) den sonra insanların en hayırlısı Ebu Bekir,
sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali, sonra da müminlerin dayısı Muâviye’dir “
yazılıdır. Eğer Hz. Muâviye’ye düşmanlıkları olsaydı böyle yazarlarmıydı ?
diyerek o dönemde Hz. Muâviye’ye düşmanlığın olmadığını ifâde etmektedir.
Hz. Muâviye’nin tartışılan
uygulamalarından biri olan oğlu Yezid’i veliaht tâyin etmesidir. Müellif bu
hususta yaşananları ve bunlara dair rivâyetleri ele almış sahâbilerin ileri
gelenlerinin Hz. Muâviye’ye yaptığının yanlış olduğunu bu uygulamanın önceki
hiçbir halife tarafından yapılmadığını, yaptığının yanlış olduğunu ve
Müslümanların başına bir takım sorunlar açacağını söylemişler ve engel olmaya
çalışmışlarsa da Hz. Muâviye oğlunu veliaht tayin etmekten vazgeçmemiştir
diyerek yaşananları izah etmiş ve neticesinde Hz. Muâviye’nin bu hareketiyle
dinen efdal olanı terk ettiğini ancak yapılan biat neticesinde Yezid’e yapılan
biatın sahih olduğunu ifâde etmiş ve yapılan yanlışlara rağmen Rasulullah’ın
(s.a.v) sahâbilerine kin ve nefret duymaktan sakınmayı ve Allah’a bu hususta
niyaz edilmesini tavsiye etmiştir.
Daha sonra müellif Yezid’e yapılan
eleştirileri ele almış yapılan biatın sahih olduğunu delillendirmeye
çalışmıştır. İbn Ömer’in Yezid’e biat etmediği iddiâlarını cevaplandırmış ve
netice olarak İbn Ömer’in (r.a) Yezid olayını kabullendiği ve ona biat ettiği,
kendisine tâbi olanlara Yezid’e karşı çıkmayı ve biatını bozmayı
yasakladığını söylemiştir. Yezid’in içki
içtiği iddiâlarına karşı ise müellif iki şâhit istemektedir. Bu iki şâhidin
olmadığını bilakis Yezid’in âdil biri olduğuna şâhitlik eden birçok kişi olduğu
belirtilmiştir.
Yezid’in hiçbir günahı olmasa bile ona
Hz.Hüseyin’i öldürtmesi yeter denilirse bunun çok üzüntü verici bir hal
olduğunu ve birtakım yanlışlıklar sonucunda olayların bu noktaya geldiğini ifâde
etmiş, kaderde yazılı olan bu hâdisenin Yezid olmasa bile başka biri
vasıtasıyla yine olacağını belirterek kaderci bir portre çizilmiş ve neticede
kadere sığınmaktan ve üzülmekten başka elden bir şey gelmeyeceği
belirtilmektedir.
Müellif Ümeyye oğullarının yönetici
olmalarını Rasulullah’ın (s.a.v) onlara hükümranlık vermesine bağlar ve ilk
olarak Rasulullah tarafından fetih günü Mekke’ye Attab b. Useyd b. Ebi’l-As
b.Ümeyye’yi yönetici olarak atamıştır diyerek bu hadîseyi Rasulullah’ın Umeyye oğullarına hükümranlık
yolunu açması olarak değerlendirir, eğer böyle olmasaydı mübarek bir yere
Ümeyye oğullarından birini vali olarak atamazdı demektedir. Biz bu yorumun
doğru veya yanlış olduğunu iddiâ etmeden sadece kıyasın yanlış olduğunu
belirteceğiz. Mekke’nin fetih gününe kadar Beytullah kabul edilen Kâbe’nin
içerisinde, kendisine tapılan yüzlerce puta müsaade eden Allah (c.c) Müslüman
olan birisinin velev ki kendisinden sonra gelecek olan nesiller hükümranlığa
layık olmasa bile, Mekke’ye valilik
yapmasına neden müsaade etmesin. Ayrıca Rasulullah’ın vali veya emir tayin ettiği onlarca sahabi
vardır, her biri hilâfette hak sahibi olursa ve bu iddiâsını Rasulullah’ın
kendisine emirlik vermesi ile delillendirirse iş içinden çıkılmaz bir hal alır.
V.
BAZI İTİKÂDİ MEZHEBLER VE ONLARIN İTİKATLARI
Câhiliyye devrinde Arapların kabileci bir anlayışa sahib
olduklarını, islam ile beraber bu anlayışın yerini kardeşlik ve takva
anlayışının aldığı ifâde edilmiştir. Rasulullah’ın (s.a.v) vefât edince
insanlar birbirinden uzaklaşmaya başlamış ve eski kavmiyetçi alışkanlıklar
günyüzüne çıkmaya başlamıştır. Hz. Osman’ın şehit edilmesi ile kavmiyetçi
anlayış daha çok belirginleşmiştir.
Bekriyye,
Ömeriyye, Osmâniyye, Aleviyye, Abbasiyye, Zenadika, Garrabiyye gibi taifelerin
her biri hilâfetin kendi mensub olduğu zata ait olduğunu çeşitli delillerle
delillendirmeye çalışmıştır. Garrabiyye taifesi ise Cebrail’i ırkçı olarak
niteleyerek onun Hz. Ali yerine Rasulullah’a vahiy getirdiğini iddiâ
etmektedir. Müellif zındıkların çoğunun kendi zındıklıklarını gizlemek adına
ehli beyt çizgisinde tutunmaya çalıştıklarını belirtmiştir. Müellif bu bahiste
Aleviler ile Zındıkları ehli beyt çizgisinde birleştirmekle beraber ayrı ayrı
zikrederek Hz. Ali taraftarı olanlarla, zındık olanları niyet olarak
birbirinden ayrı olduklarını ifâde etmektedir. Zira alevi olarak tarif
edilenler hilâfetin Hz. Ali’ye ait olduğunu kabul ettiklerinden dolayı Hz.
Ali’nin etrafında birleşmişler, zındıklar ise kendi zındıklıklarını gizlemek
için kendilerine bir grup seçmişler bu grupta ehli beyt çizgisi olmuştur.
Müellif, Ömer b. Abdülaziz’in sahâbe
arasında cereyan eden olaylarla ilgili konuşmalar açıldığında “ İşte onlar bir
ümmetti, geldi geçti. Onların kazandığı kendilerine, sizin kazandığınız da
sizedir. Siz onların işlediklerinden sorguya çekilmezsiniz” (Bakara,2/134) âyeti
kerimesini okuyarak bu konuda konuşmanın insanlara zarardan başka bir fayda
vermeyeceğini söylediğini belirterek eserini tamamlamıştır.
VI.
Değerlendirme
Ebu Bekir İbn’ul-Arabî’nin (ö.543 /1148) el-Avâsım
min’el-Kavâsım adlı eserinin Tahir TURAL tarafından Sahâbeye Yapılan
İftiralara Cevaplar adıyla yapılan tercümesinin genel muhtevasını ve
değerlendirmesini bölümler halinde inceledik. Ancak eserin orijinal ismi
olan el-Avâsım min’el-Kavâsım ‘ın
muhteva ile parellellik arzetmektedir. Ancak esere mütercimin verdiğini
anladığımız Sahâbeye Yapılan İftiralara Cevaplar adının muhteva ile
uyumlu olmadığı kanaatindeyiz. Eser
incelendiğinde hilâfetle ilgili iddiâların ele alındığı özellikle Ehli Sünnet ve Şîa arasında en yoğun
tartışmaların yaşandığı ilk üç halife ve Emeviler döneminden Hz. Muâviye ve
oğlu Yezid ile ilgili iddiâlar ve bunlara verilen cevaplar kitapta ele
alınmıştır. Ayrıca Yezid’in sahâbe olmamasına rağmen kitapta önemli bir yer
alması da kitabın tercümesinin ismi ile bağdaşmamaktadır.
Müellif Ebu Bekir İbn’ul-Arabi eserini
bir fıkıh ilmihali tarzında ele almış, kendisi gibi düşünen Müslümanların hilâfet
ile ilgili konularda karşılaşabilecekleri iddiâlara karşı nasıl bir tavır
takınmalarına dair bilgi veren bir kitap şeklinde yazılmıştır. İddialara
verilen cevapların çoğunluğu herhangi bir delil getirmeden red veya kabul
şeklinde olmuş, bazen akli deliller bazen de dilbilimsel analizler yapılmış,
zaman zaman âyet ve hadîslerden veya sahâbe sözlerinden nakiller yapılmıştır. Eser
bu haliyle karşı görüşte olanları ikna edecek delillerden yoksundur. Müellifin
işlediği konuda başarılı mı yoksa başarısız mıdır ? sorusu sorulacak olursa
cevabımız, kitabın yazılış gayesine göre değişiklik gösterecektir. Eser Şîa’ya
reddiye olarak yazıldıysa, yeterli olmadığını Ehli Sünnet’i tarihi olaylarla ve
bu olaylara nasıl bakılacağını anlatmak gayesi ile yazıldıysa yazılış gayesine
uygundur denilebilir.
Müellif,
Rasulullah’ın (s.a.v) vefatından sonra cereyan eden hadîselerle ilgili olarak
özellikle Hz. Muâviye ve ondan sonra gelen oğlu Yezid dönemi ile ilgili olarak, yapılan yanlışları,
eksiklikleri belirtmiş zaman zaman Yezid’i öven rivâyetlere yer vermiş, ümmetin selameti, birlik ve beraberliğine
karşı oluşan şer odaklarının, fitne ve fesat sahibi insanların tuzaklarına
düşmemek gayesiyle, olanı olduğu gibi kabul ederek o dönemde olan problemlerin
daha sonraki dönemlerde daha büyük problemlere sebep olmaması için biraz da
kaderci bir anlayışa sığınmış, o dönemde olan hadîselerle ilgili olarak Abdullah
İbn. Ömer’in (r.a) tutumunu benimsemiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder